Distopik bir dünyada geçen hikaye aslında yakın geleceğin bizi hiç de şaşırtmayacak bir simülasyonu. Kuraklık, açlık, sefalet, ölüm… Manyetik hatla ikiye bölünmüş, sınırdan kaçak geçişin sonunun kesin ölüm olduğu bir evren. Hayatta kalmak için “duvar”ın öte yanına yani “şehre” seçilmekten başka çareniz yok. Bunun için de çocuk olmanız ve bir dizi testten geçmeniz şart. Kaliteli genleriniz varsa şansınız da var.
Uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında. Ne bir karınca ne bir çiçek ne de bir kuş. Kamp alanlarında direnen bir grup insandan başka tek bir canlının dahi nefes almadığı bir diyar. Burası açlıktan kırılmış, havası toprağı zehir kusan, ölülerin bile bozulmadan, kokmadan öylece kalakaldığı “duvar”ın öte tarafı. Burası “seçilmişler”in uzak durması gereken, ama insanı yaşatacak “şey” uğruna bir profesörün korkusuzca adımını attığı “Ölü Topraklar”
Buğday (Grain) Konusu;
Yakın bir gelecekte dünyada beklenmedik bir iklim değişikliği yaşanınca büyük bir kıtlık baş göstermiştir. Manyetik kalkanlarla korunan şehirlerde ayrıcalıklı zenginler yaşarken, zor durumdaki göçmen halk, buralara kabul edilmek için Ölü Topraklar adı verilen kurak bölgelerde, kamplarda açlık ve salgın hastalıklarla mücadele etmeye başlamıştır. Böyle bir ortamda şehirdeki rahat hayatını terkeden Cemil, parlak kariyerini bırakıp modern hayata sırtını dönmüş bir bilim insanıdır. Ölü Topraklar bölgesine yaptığı yolculukta yolu tohum genetiği uzmanı Profesör Erol Erin ile kesişir. Yola yeşertecekleri tohumları aramak için çıkan ikilinin hayatı bambaşka bir hal alacak, Erol’un bugüne kadar öğrendiği her şey değişecektir.
Filmin senaristliğini ve yönetmenliğini Semih Kaplanoğlu üstleniyor.
Buğday (Grain) Fragman
“Dünyada hiçbir şey kalmadıysa, insanı yaşayacak şey nedir?”
Ama ulaşılmak istenen “şehir”de de işler pek yolunda değil. Sokaklarda “Kahrolsun genetik ırkçılık!” dövizleri taşıyan protestocular polisle çatışıyor. Belli ki tarım politikalarının değişmesini istiyor. Çünkü zamanında bolluk vaadiyle tarlalara sokulan GDO hiçbir işe yaramamış, üretilen tohumlar tutmaz olmuş, böyle giderse “şehir”de de kıtlık baş gösterecek.
Bu tohumları üreten, ölü topraklardan insan kabulüne karar veren “Yeni Yaşam Teknolojileri” denilen merkez başarısızlık nedeniyle teyakkuzda. Çözüm yollarının konuşulduğu bir toplantıda, merkezin eski çalışanlarından bir profesörün ismi anılıyor. O isim “Genetik Kaos ve M Maddeciliği” tezi yüzünden işine son verilen Cemil Akman. Gerekçe, bu tezin bilimselliğe değil metafiziğe dayanması… İnsanlığın asla “m maddesi” olmadan saf tohumu üretemeyeceğini savunan bu genetik bilimci, merkezin yapay tohum uzmanı Prof. Dr. Erol Erin’in ilgisini çekiyor. Öğrencisi Andrei ile birlikte Akman’ı bulmak için “Ölü Topraklar”a doğru bir yolculuğa çıkıyor. Ama bu yolculuk Erol Erin’in kendini arayışına dönüşüyor. “Nefes mi buğday mı?” sorusu ile yüzleşiyor. Tıpkı Hacı Bektaş Dergahı’nda Yunus Emre’ye yöneltilen “Buğday mı himmet mi?” sorusu gibi…
İşte bu noktada film çıkış noktasından bambaşka bir yere evriliyor. İslami ve tasavvufi referanslarla bezeli bir inanç dünyasının kapıları aralanıyor. Kur’an’daki ruh, nefs, nefes, ego kavramlarının altı çiziliyor.
“Bu yolculuğa gücünüz yetmez”
Zaten Erol ve Cemil’in “Ölü Topraklar”daki yolculuğunun esin kaynağı da Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın yolculuğuna dair kıssa. Yönetmenin anlatımıyla bu kıssada “Hz. Musa her şeyi bilirim diye düşünürken bir vahiy geliyor. Orada ‘Senden daha fazla bilen bir kul var’ deniyor. Bunun kim olduğunu öğrenmek istiyor, Hz. Hızır’ı buluyor ve böylece bir yolculuğa çıkıyorlar.” Engellerle dolu o yolculukta yaşananların neredeyse tamamı filmde canlandırılıyor. Bilimsel bir arayışla yola çıkan bir profesör, çözümü “öteki dünya”da buluyor. Film seyircinin sorgulamasına izin vermeyen tek boyutlu bir bakış açısına dönüşüyor.
“Sentetik biyolojiyle oluşturduğumuz her şey yok oluyor. Doğayı dönüştürürken kendimizi de bozduk.”
“Bilim bize konfor sağlıyor ama başka bir yönden bakılınca da bizi sıkıştırıyor. Bunun sebebi ne olabilir? Acaba atladığımız bir yer mi var?” sorusundan yola çıktığını söyleyen yönetmen, kendi cevabını dinde buluyor. Ama bunu seyirciye -bilhassa Batı’ya- kabul ettirmesi İslamiyet vurgusu nedeniyle zor görünüyor. Oysa ki spesifik bir din üzerinden yapılan göndermeler yerine sadece maneviyata, benlik ve doğa tahribatına odaklanılmış olsa farklı inançlara sahip insanlar da kendi içsel yolculuklarına çıkabilir, düzenin eksik olan parçasına diledikleri cevabı verebilir, kendi çözümlerini bulabilirdi. Bu yönüyle film evrensel bir karşılık bulamıyor. Yabancı oyuncu kadrosu ve ingilizce metnin de bir yardımı dokunmuyor.
-Sizi arıyordum.
-Kendinizi arayın!
Her ne kadar yönetmen, filmde Doğu ve Batı arasında keskin bir ayrım yapmadığını söylese ve “Bozuk endüstrileşme Afrika’da da var, Hindistan’da da var” dese de filmde açık bir Batı eleştirisi okumak mümkün. Örneğin “Yeni Yaşam Teknolojileri” merkezince reddedilen “Ölü Topraklar” çocuklarının Doğulu olduklarını görüyoruz. Artık dünyada kalmayan işlenmemiş saf toprak, gömülü bir hazine gibi, türbe-caminin temelinde yatıyor. Materyalist dünyanın insan bedeninde yarattığı tümörü o toprakla yapılan teyemmüm iyileştiriyor. Çemberle sınırı çizilmiş güvenli yaşam alanına ayakkabısız giriliyor. İçiçe geçmiş hilal sembolleri evlerin kapılarında asılı. Cemil ve Erol da görsel açıdan İslami 2 figür olarak karşımızda…
“Hep bir rüyadayız. Ölünce uyanacağız…”
“Buğday”da hayranı olduğu Tarkovsky’e bolca görsel referans gönderen yönetmen, kendi gibi insanlığın gidişatından endişe eden Tarkovsky’nin hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor; kesin çözüm yolunu gösteriyor. Evrensel kurtuluşu İslam’da bulan Kaplanoğlu, Cemil aracılığı ile insanlığa şu soruyu soruyor; “Siz hala kanıt mı arıyorsunuz?”
Oyuncular;
Jean‑Marc Barr (Erol)
Grigoriy Dobrygin (Andrei)
Ermin Bravo (Cemil)
Cristina Flutur (Alice)
Lubna Azabal (Beatrice)