Polisiye, yabancı diziler içinde kendine en çok yer bulan tür. Fakat bu, tüm polisiye dizilerin iyi olacağı anlamına gelmiyor. İzleyecek polisiye dizi arayanlar için Avrupa yapımı 8 polisiye dizi derledik.
Ne yazık ki ilk sezonundan sonra yarım kalmış ve devamı çekilmemiş bir dizi. Fakat bu, çok başarılı ve mutlaka izlenmesi gereken bir yapım olmadığı anlamına gelmiyor. Konusu çok özgün olan dizi, İngiliz kökenli. Alışılmışın dışındaki başlangıcı ve izledikçe şaşırtan konusuyla kendisini izlettiriyor. İyi bir polisiye olmasının yanında, aslında aynı zamanda başarılı bir sistem eleştirisi. Hala izlemeyenlerin çok şey kaçırdığını düşünüyoruz.
Öncelikle Ütopya kelimesinin ne anlama geldiğini hatırlayalım. Ütopya (Wikipedia şahidimdir ki) kabaca kurgulanmış toplumların tasviri anlamına gelir. Herşeyin iyisi ve kötüsü olduğu gibi Ütopya da “Özendirici” ve “Korkutucu” olmak üzere ikiye ayrılır. Bizim hikayemiz tamamiyle ikinci seçeneği, yani korkutucu öğeleri seçen bir grafik roman üzerinden gelişen olayları temel alıyor. Paranoyak bir şizofren Mark Dane tarafından oluşturulan “Ütopya Deneyimleri”; elden ele dolaşan ve içeriği bakımından takipçilerini fikir ayrılığına itmiş bir eserdir. Ütopya’nın ilk bölümünü elinde bulunduran Becky, internetten tanıştığı arkadaşları Wilson Wilson ve Ian ile kendilerini gizemli ve ucu sağlık bakanlığına kadar dokunan büyük bir komployu çözerken bulurlar. Tabii arkalarında onları takip eden Network topluluğuna bağlı tehlikeli kişiler varken ilerlemeleri ve sis perdesinin aralanması hiç de kolay olmayacaktır. Tüm bunlara ortaya çıkan romanın yayınlanmamış ikinci bölümü de eklenir…
İskandinavların polisiyeler konusunda ne kadar başarılı olduklarının bir örneği daha… En baştan uyaralım, bu diziyi izlerken hava ne kadar sıcak olursa olsun bir üşüme hissedeceksiniz çünkü dizi sürekli kar ve soğuk altında geçiyor. Balıkçı ağlarına takılan ve parçalanmış bir ceset, kar ve fırtına nedeniyle bir sahil köyünde mahsur kalan insanlar ve sürpriz bir son içeriyor. İzlemenizi tavsiye ederiz.
İzlanda’nın doğu kıyısında geçen dizide Hjörtür ve kız arkadaşı Dagny‘nin yolculuğu ile başlıyor. Terk edilmiş bir fabrikada aşklarını yaşarken, bilinmedik bir sebeple bir yangın çıkıyor ve Dagny bu yangında hayatını kaybeder. Hjörtür, ortadan bir süre kaybolur. Gözümüzü tekrar açtığımızda ise aynı liman kasabasında fakat 7 sene sonraki haliyle karşılaşıyoruz.
Danimarka‘nın Hirtshals kasabasından, aynı liman kasabasına düzenli olarak yapılan seferler sırasında, balıkçıların ağına uzuvları kesilmiş bir ceset takılır. İzlanda polisi, cesetin feribottan atıldığını düşünür ve içindeki yolcular da dahil olmak üzere kimsenin dışarıya çıkmasına izin vermez. Bu olayla ilgili Reykjavik‘ten deneyimli bir ekibin gelmesini bekleyen polisler, hava şartlarının kötü olması nedeniyle gidemezler ve soruşturma tamamen kasabadaki deneyimsiz polislere kalır. Feribotun kaptanı da bu durumla beraber huzursuzluk çıkartır ve ısıtma sistemini kapatarak soruşturmayı engellemeye çalışır.
La Mante, Türkçe’de “peygamberdevesi” olarak bilinen bir böcek. Bu böceklerin dişileri, çiftleştikten sonra erkeklerini yiyerek öldürürler. Hikaye de ismini böceğin bu özelliğinden alıyor. Fransız yapımı olan bu dizi yine bir seri katil hikayesi fakat bu kez katilimiz bir kadın ve yakalanmış. Daha sonra kopya cinayetler başlayınca polis bu seri katil ile iş birliği yapmak zorunda kalıyor. İşin kötü yanı ise katilin yıllardır görüşmediği oğlunun da polis olması. La Mante, kurgusu ve şaşırtıcı sonuyla sizi dünyadaki adaleti sorgulamaya itecek başarılı bir hikaye sunuyor.
Bundan 25 sene önce basının Peygamberdevesi lakabını taktığı Jeanne Deber isimli bir kadın seri cinayetler işlemiş. 1986-1991 yılları arasında 8 adet erkeği soğukkanlı bir şekilde öldürmüş bu söz konusu kadın. Kurbanların ortak özelliği ailelerini terk edip gitmiş olan, eşine ve çocuklarına fiziksel şiddet uygulayan veya kızlarına tecavüz eden babalar olmalarıymış. Sonrasında yakalanmış ve ömür boyu hapse mahkum edilmiş. Özel güvenlikli, akıl hastanesi nitelikli bir hapishaneye atılmış ve hala da orada kalmaya devam ediyormuş. Aradan geçen 25 senenin ardından şimdilerde bir taklitçi seri kati türemiş ve şimdiden 3. cinayetini işlemiş durumda. Kurbanlarını öldürme biçimleri Peygamberdevesi ile benzerlik gösterirken kurbanların profilleri ise farklılık gösteriyor. Yani taklitçinin kurbanlarını neye göre seçtiği ve öldürme sebebi bilinmiyor.
“Sir Arthur Conan Doyle’un zeki dedektifi Sherlock Holmes günümüzde yaşasaydı ne olurdu?” sorusuna cevap olarak çekilmiş başarılı bir dizi. İngiliz yapımı olan bu dizide Benedict Cumberbatch Sherlock Holmes olarak, Martin Freeman ise Dr. Watson olarak karşımıza çıkıyor. Kafanızı karıştıran birçok ipucuna rağmen zekice bu ipuçlarını birleştiren Sherlock, izlerken çok eğleneceğiniz bir yapım.
Sherlock’u hiç böyle görmediniz! Sör Conan Doyle’un kahramanını günümüze taşıyan Sherlock’ta ünlü dedektif, modern teknolojiden yararlanan biri olarak karşımızda. Sherlock Holmes günümüzde yaşasaydı, cinayet dosyalarını nasıl çözerdi? Üç bölümden oluşan film serisi Sherlock, ünlü dedektifi günümüze taşıyarak bu soruya cevap veriyor. Polise danışmanlık yapan bir kiralık dedektif olan Sherlock Holmes, izleyeceğimiz ilk bölümde John Watson ile tanışıp, tıpkı orijinal hikayedeki gibi Baker Sokağı’nda bir daire tutuyor. Birlikte ilk davaları zehirli bir hapla intihar etmiş gibi görünen üç kişinin cinayetinden kimin sorumlu olduğunu bulmaktır.
Bir seri katilin hikayesini anlatan İrlanda yapımı bir dizi. Başrollerini Grinin Elli Tonu’ndan tanıdığımız yakışıklı Jamie Dornan ile American Gods, Hannibal gibi yapımlardan tanıdığımız Gillian Anderson paylaşıyor. Bu dizide kadın cinayetleri işleyen bir seri katili yakalamaya çalışan ve eril bir yapıya sahip olan emniyet güçlerinin içinde var olma savaşı veren başarılı bir kadın dedektifin hikayesini izliyoruz aslında. Dizide kalıplaşmış cinsiyet normlarını eleştiren birçok mesaj bulabilirsiniz. Mutlaka izlenmesi gereken diziler içinde ilk 3’te diyebiliriz.
Allan Cubbit’in (The Runaway, Murphys Law, Prime Suspect) senaryosunu kaleme aldığı The Fall, Belfast ve çevresinde cinayetler işleyen bir seri katil ve soruşturmadan sorumlu olan bir kadın dedektif şefi üzerine odaklanıyor.
The X-Files dizisindeki Dana Scully karakteriyle tanıdığımız Gillian Anderson ana kadın karakter olan dedektif şefi Stella Gibson’ı canlandırırken, son dönemde ABC’nin fantastik dizisi Once Upon a Time’da izlediğimiz Jamie Dornan (Şerif Graham) Belfast ve çevresinde kurbanlarını seçen seri katil Paul Spector’u oynayacak. Spector, büyük ve karmaşık cinayet soruşturmasında PSNI’a (Kuzey İrlanda Polis Teşkilatı) yardım etmek için gelen dedektif şefi Gibson’ın takibinde olacak.
İskandinav ülkelerinin, karanlık konuları ve atmosferi başarıyla işlediklerini ispatlarcasına çekilmiş başarılı bir polisiye. Danimarka ve İsveç ortak yapımı olan dizide bir cinayet işleniyor ve ceset, Malmö ve Kopenhag arasında bulunan köprüye bırakılıyor. Buraya kadar her şey basit bir polisiye gibi ilerlerken cesedin yarısının İsveç, diğer yarısının da Danimarka sınırları içinde bulunacak şekilde konumlandırılmış olması nedeniyle yetki sorunları ortaya çıkıyor. Başarılı kurgusu ve iyi oyunculuklar nedeniyle mutlaka izlenmesi gereken bu polisiyeyi henüz izlemediyseniz izlemenizi muhakkak öneriyoruz. Dizi dört sezondan oluşuyor ve tüm sezonlarda farklı konular işleniyor.
Danimarka’yı İsveç’e bağlayan Öresund Köprüsünde bir kadın cesedi bulunur. Soruşturmayı her iki ülkenin emniyet güçlerinin ortaklaşa yürütmesine karar verilir. Ve polisiye dizi başlar…
Danimarka ve İsveç’i birbirine bağlayan köprüde bir ceset bulunmasıyla birlikte, her iki ülkenin de cinayet masası dedektifleri harekete geçer. Tam bir işkolik olan İsveçli Dedektif Saga Noren, kaba saba, garip bir kadınken, Danimarkalı Dedektif Martin Rohde ise, yeni olduğu ameliyat sebebiyle fiziksel olarak zorluk çekmektedir. İşlenen cinayetin faillerini bulmak üzere iki ülke polisi beraber çalışmaya başlarlar ve her kazılan topraktan çıkan bir başka ipucu ile bu cinayetin basit bir cinayet olmadığı anlaşılır.
Bir başka çocuk istismarı hikayesi ise bu kez İngiltere’den geliyor. Bir çocuk cinayeti sonrasında darmadağın olan bir kasabanın öyküsü işleniyor. Özellikle sürpriz sonlu hikayeleri sevenlerin ilgiyle izleyecekleri heyecanlı bir dizi. Başrollerini Daha önce Doctor Who’dan tanıdığınız David Tennant ve başarılı oyuncu Olivia Colman paylaşıyor. Dizinin senaryosu ise Chris Chibnall’a ait. Bu diziye de Netflix’ten ulaşabilirsiniz.
Daha önce hiç bir cinayet vakasının yaşanmadığı ve ülkenin en düşük suç oranına sahip bölgelerinden biri olan sahil kasabası Broadchurch, 11 yaşında bir çocuğun cinayet vakasıyla sarsılır. Cinayete kadar kasabada çoğu önemsiz hırsızlık olayı, nadiren uyuşturucu kullanımı ve alkollü araç kullanım vakası dışında kasabanın bu denli bir suçla karşı karşıya kalmamış halkı bir şok geçirir. Halk, diğer çocukların da tehlikede olabileceği konusunda endişelenir ve katilin bir an önce bulunmasını ister.
Yeni Zelanda ve Avustralya ortak yapımı olan Top of the Lake 7 bölümlük bir mini dizi. Senaryosu Jane Campion ve Garth Davis tarafından yazılmış, son derece başarılı bir polisiye. Özellikle baş rollerinde güçlü kadınların olduğu senaryoları sevenler bu diziyi de çok sevecekler. Dizi, hassas bir konu olan çocuk istismarına ışık tutarken bir yandan da polisin içindeki yozlaşmaları da ele alan kurgusuyla sizi hemen içine çekiyor. İzlerken biraz yüreğiniz daralsa da başından kalkmak istemiyorsunuz. Başrol oyuncusu Mad Men ve The Handmaid’s Tale gibi başarılı yapımlardan tanıdığımız Elizabeth Moss. Diziyi Netflix’te bulabilirsiniz.
Tui Mitcham 12 yaşında bir kızdır. Dondurucu derecede soğuk bir göle girer. Onu gören bir tanıdığı derhal müdahale ederek onu gölden çıkarır. Gölde bir çözülemeyen bir gizem olduğu aşikardır. Daha sonra bir ilginçlik olduğu fark edilen kız, karakola götürülür. Tui Mitcham, 5 aylık hamiledir. Çocuğun babasının kim olduğunu söylemeye ise hiç niyetli değildir. Polisler tecavüze uğradığını tahmin etmektedirler. Annesine ziyarete giden Dedektif Robin Griffin ise annesini “Anne, söz konusu olan kişi ufak bir kız” diye ikna ederek bu dava ile ilgilenmeye başlar. Ancak Robin Griffin, Tui Mitcham’la ilk konuşmasından sonra bunun sıradan bir olay olmadığını anlayacaktır…