Ordan BurdanYaşam

Fatih Sultan Mehmed Kimdir?

II. Mehmed, Osmanlı İmparatorluğu'nun yedinci padişahı. İlk olarak 1444-46 yılları arasında kısa bir dönem, daha sonra 1451'den 1481 yılında ölümüne kadar 30 yıl boyunca hüküm sürdü.

Fatih Sultan Mehmed Kimdir?

27 Receb 835 (30 Mart 1432) tarihinde Edirne’de doğdu. II. Murad’ın dördüncü oğludur. Altı yaşında iken Amasya’ya vali tayin edildiği iddiası şüphelidir; 1443 baharında iki lalası Kassabzâde Mahmud ve Nişancı İbrâhim b. Abdullah Bey ile Edirne’den Manisa’ya vali gönderildiği bilinmektedir. Aynı yılın sonlarında ağabeyi Amasya valisi şehzade Alâeddin Ali Çelebi’nin vefatı üzerine tahtın tek vârisi durumuna geldi. Tahttan çekilmeyi düşünen II. Murad 847 (1444) baharına doğru onu Manisa’dan yanına getirtmiştir. 24 Safer 848’de (12 Haziran 1444) Edirne’de Macar kralı, Sırp despotu ve Hunyadi Yanoş’un (Yanko) elçileriyle barış antlaşması imzalanırken Mehmed de hazır bulundu. Ardından II. Murad oğlu Mehmed’i tahtına geçirip “kaymakam ederek” Anadolu’ya geçti ve temmuzda Yenişehir’de Karamanoğlu ile kendi adına ve “Mehmed Bey” adına bir ahidnâme (sevgendnâme) imzaladı. Oradan dönüp ağustosta Mihalıç ovasında kapıkulu ve paşalar önünde tahtı resmen oğlu Mehmed’e bıraktığını ilân etti. Kendisi Bursa civarında zâhidlerle inzivâ hayatına çekildi. Devletin henüz on iki yaşında olan tecrübesiz bir gencin eline bırakılması içeride ve dışarıda büyük buhranlara yol açtı. Balkanlar’da ve Anadolu’da II. Murad zamanında alınan yerler terkedildi. Nitekim 1440’ta tamamıyla fethedilen Sırp despotluğu eski sahibi Georg Branković’e iade edilerek canlandırılmış, Eflak beyinin tâbiiyet bağları Macar aracılığı sonucunda gevşetilerek şahsen padişaha kulluğunu sunmaya gelmesi şartı kaldırılmış, böylece Osmanlı ülkesi etrafında bu iki beyliğin üzerinde Macar etkisi kuvvetlenmişti. Anadolu’da ise Karamanoğlu’na Beyşehri, Akşehir, Seydişehir ve Oklukhisarı terkedilmişti. Güney Arnavutluk’ta Gin Zenebissi ayaklanmasını kuzeyde eski Akçahisar subaşısı İskender Bey’in isyanı izledi. Güneyde Mora Despotu Konstantin, Korint berzahını aşarak Osmanlı nüfuz bölgesine girdi. 846 (1443) kışında düşmanla birleşerek Sofya’da bir vladikayı başlarına getiren Bulgarlar bile bir tehlike unsuru olarak görünmekteydi. Edirne’de kararlaştırılan barışa karşı Macaristan’da savaşçı bir cereyan uyanmış ve bir Haçlı seferi için hazırlıklara başlanmıştı. Batı hıristiyanları Bizans’ın aracılığı ile Karamanoğlu’nu da ortak bir saldırıda aralarına almaya çalışıyorlardı.

Sultan Mehmed aynı zamanda büyük bir iç bunalımla da karşı karşıya kaldı. O yaz pâyitahtta paşalar arasındaki rekabet ve çekişme, Edirne’de korku içindeki halkın Anadolu’ya kaçışı, gösteriler ve nihayet kanlı Hurûfî ayaklanması (8 Cemâziyelâhir 848 / 22 Eylül 1444), şehri harap eden büyük yangın bu buhranın başlıca görüntüleridir. Küçük yaştaki padişah duruma hâkim olamıyordu. II. Murad devleti daha ziyade ulu veziri Çandarlı Halil Paşa’nın yetkili ellerine bırakmıştı. Fakat diğer devlet büyükleri, bilhassa Çandarlı’nın eski rakibi Rumeli beylerbeyi vezir Şehâbeddin Şâhin ile şehzade lalası Nişancı İbrâhim ve Zağanos paşalar (hepsi kul aslından) Çandarlı’ya karşı II. Mehmed’in etrafında toplanmışlar, iktidarı onun adına Çandarlı’nın elinden almaya çalışıyorlardı. O yaz Bizans’ın elindeki Osmanlı şehzadesi Orhan Çelebi tahtı Mehmed’in elinden almak ümidiyle İstanbul’dan harekete geçmiş, İnceğiz’e gelmiş, taraftar bulamayınca Dobruca’ya kaçmış, nihayet Şehâbeddin Paşa’nın sıkı kovalaması sonucunda bir şey yapamadan tekrar İstanbul’a sığınmıştı.

Haçlı ordusu 18-22 Eylül’de Tuna’yı aştı. Macarlar ile hareket eden en büyük yardımcı kuvvet Eflak beyinin gönderdiği askerlerdi. Bir Haçlı donanması Anadolu’dan kuvvet geçmesini önlemek için boğazları tutmuştu. Çandarlı ve taraftarları II. Murad’ı tekrar iş başına getirmekten başka çare olmadığını düşündüler. Bursa’ya gönderilen Kassabzâde Mahmud Bey’in ısrarları neticesinde nihayet II. Murad inzivâsını bıraktı, Edirne’ye geldi. Şehâbeddin ve Zağanos, II. Mehmed’i ordunun başına geçirmek ve babasını Edirne korumasında bırakmak istiyorlardı. Sonunda II. Murad idaresinde hareket eden Osmanlı ordusu ile Haçlı kuvvetleri Varna’da karşılaştı ve Haçlı kuvvetleri yenildi. Çandarlı Halil Paşa, Varna zaferinden sonra eski itibarı yükselen ve gerçek iktidarı elinde tutan II. Murad’ı gerçek padişah sayıyor ve rakiplerine karşı Edirne’de kalması için direniyordu. II. Murad geleceği için tehlikeli olabileceğini düşünerek oğlunu tahttan indirmek istemedi; Edirne’de birkaç gün kalıp Manisa’ya çekildi. Rakipleri onun dikkatli barış siyasetine karşı fütuhatçı bir siyaseti desteklemişler ve genç padişahı bu yolda teşvike başlamışlardı. İstanbul’un fethi fikri bu tarihte yeniden ortaya atıldı. Böylece Çandarlı ile Manisa sarayının nüfuzu önlenebilirdi. II. Mehmed bu yıllarda, kuvvetle Zağanos’un etkisi altında kalarak İstanbul fethini padişahlığının ilk şartı olarak benimsemiş bulunuyor ve Çandarlı’yı başlıca engel görüyordu. Genç sultanın savaşçı siyaseti Sırp despotu ile Bizans imparatorunu olduğu kadar Kastamonu ve Karaman beylerini de telâşa düşürmüş, bunlar Manisa’da II. Murad’a elçilerle şikâyette bulunmuşlardı. II. Murad oğlunu ve onu kışkırtan vezirlerini azarlayıp durumu yatıştırmıştı.

Yeniçerilere güvenen Çandarlı Halil Paşa, II. Murad’ı tahta geri döndürmek için faaliyetlerini hızlandırdı. II. Murad da oğlunun durumunu tehlikeye düşürmeden ve bir iç savaşa yol açmadan tahta gelmek istiyordu. O sırada Rumeli’deki tehlikeli durum bu değişiklik için bahane hazırladı. Mora despotu Korint berzahı surlarını (Germe) yeniden inşa ettirerek Osmanlılar’a meydan okuyordu. Bu esnada Edirne’de büyük bir yeniçeri isyanı patlak verdi. Ayaklanan yeniçeriler, güçlükle II. Mehmed’in sarayına kaçabilen Şehâbeddin Paşa’nın sarayını yağma ettiler. Âsilerden bir kısmı İstanbul’da bulunan Orhan Çelebi’ye taraftarlıklarını ilân ettiklerinden padişahın tahtı tehlikeye düştü. İsyan, yeniçeri ulûfesinin arttırılması ve itaat etmeyenlerin halkın yardımı ile kılıçtan geçirilmesi sayesinde bastırılabildi. Böylece II. Mehmed’in devleti idare edemediği ortaya çıkmış sayılıyordu. Çandarlı’nın gönderdiği gizli haberle 8 Safer 850’de (5 Mayıs 1446) yola çıkmış olan II. Murad Edirne’deki isyan sebebiyle Bursa’ya gelip bir süre bekledi, ardından ağustosta Edirne’ye geldi ve yeniçerilerin yardımıyla tekrar tahta çıktı. II. Mehmed hemen Manisa’ya gönderildi. Kendisine atabey olarak Zağanos ve Şehâbeddin paşalar tayin edildi. II. Mehmed’in 1444 Ağustosundan 1446 Ağustosuna kadar sürmüş olan bu ilk saltanat dönemi kişiliğinde kuvvetli etki yapmıştır. Çandarlı Halil Paşa’nın iktidarını kırma, yeniçerileri hizaya getirme, enerjik bir gazâ siyaseti izleyip İstanbul’u fethetme düşüncesi o zaman zihninde yerleşmiş olmalıdır.

Resmî olarak Mehmed Çelebi Sultan unvanıyla anılan Mehmed’in o zamanki durumu daha önce padişah olduğundan bir şehzadeninkinden farklı idi. Ege denizinde Venedikliler’e ait adalara karşı 850-853 (1446-1449) yılları arasında hücumlar, gazânın temsilcisi sıfatını benimseyen Mehmed Çelebi Sultan’ın kontrolü altındaki bölgelerden yapılıyordu. II. Murad, âsi İskender Bey’e karşı gerçekleştirdiği seferde Mehmed Çelebi’yi Manisa’dan getirtti (852/1448); Yanko’ya (János Hunyadi) karşı yapılan Kosova meydan savaşında kaynakların ifadesiyle “Han Mehmed” sağ kolda savaştı. 854’te (1450) II. Murad’ın ikinci Arnavutluk seferine de katıldı. Akçahisar önündeki başarısızlığın etkisi Edirne’de görkemli bir düğünle giderildi. Bu düğün, Mehmed Çelebi’nin Dulkadıroğlu Süleyman Bey’in kızı Sitti Hatun ile evlenmesi dolayısıyla yapılmıştır (Şevval-Zilkade 854 / Kasım-Aralık 1450).

II. Mehmed’in gelinle Manisa’ya gitmesinden az sonra Çandarlı tarafından gönderilen gizli bir mektup babasının öldüğünü ve acele pâyitahta hareket etmesini bildiriyordu (8 Muharrem 855 / 10 Şubat 1451).

II. Mehmed süratle Gelibolu’ya geldi. O sırada babasının ölüm haberi yayılmış ve Edirne’de yeniçeriler ayaklanmıştı. Çandarlı Halil Paşa üzerlerine asker göndererek durumu kontrol altına aldı ve yeni padişah adına bağış vaat etti. Yeniçeriler “Çandarlı Halil’e olan saygıları sebebiyle” yatıştı. Mehmed, 16 Muharrem 855’te (18 Şubat 1451) on dokuz yaşında ikinci defa Osmanlı tahtına çıktı. Manisa’da geçirdiği beş yıl onu olgunlaştırmıştı. Bu sırada siyasî durum da düzelmişti. Çandarlı’nın siyaseti ve II. Murad’ın Mora (850/1446), Arnavutluk ve Kosova (852/1448) zaferleri, Eflak’ta Yergöğü’nün alınması (853/1449) Balkanlar’da Osmanlı nüfuz ve hâkimiyetini tekrar kuvvetle yerleştirmiş, yeni Haçlı girişimlerine karşı Avrupa’nın cesaretini kırmış, İstanbul fethini de yakınlaştırmıştı.

Sultan II. Mehmed’in cülûsu düşmanları ümitlendirdi. İlk saltanatı sırasında devletin düştüğü perişan durumu hatırlayanlar Osmanlı Devleti’ne yeni bir darbe vurma zamanının geldiğine hükmetmişlerdi. Balkanlar’da ve Anadolu’da tâbi devletler, hatta Bizanslılar tehditle tavizler kopardılar, saldırıya geçtiler. Anadolu’da Karamanoğlu İbrâhim Bey, Hamîd-ili’nde bazı kaleleri ele geçirdiği gibi Germiyan’da, Aydın-ili’nde ve Menteşe-ili’nde eski hânedan üyeleri ortaya çıkıp duruma hâkim oldular. Bu zor durum karşısında II. Mehmed yeniçerilere dayanan Çandarlı Halil’i vezîriâzamlıktan ayırmadı. Fakat Anadolu beylerbeyiliğine Uzguroğlu Îsâ Bey yerine İshak Paşa’yı gönderdi; Şehâbeddin Paşa ikinci vezir oldu, Sarıca ve Zağanos da divana girdiler.

II. Mehmed, Sırplar ve Bizanslılar ile babasının yaptığı antlaşmaları onayladı. Anadolu’daki durum dolayısıyla Sırp Despotu Georg Branković’e bazı yerler bırakıldı. Bizans İmparatoru Konstantin de Çorlu’ya kadar olan bir kısım yerleri ele geçirdi; saltanata rakip olabilecek İstanbul’daki Şehzade Orhan Çelebi’nin masraflarına karşılık kendisine yıllık 300.000 akçe ödenmesi kabul edildi. II. Mehmed, bir Macar saldırısı ihtimaline karşı beylerbeyi Karaca Paşa’yı Sofya’ya gönderdi ve mayıs ayı içinde kendisi ordu ile Anadolu’ya geçti. Akşehir’e geldiği zaman Bizans elçileri arkasından yetişerek Orhan Çelebi’yi serbest bırakmakla tehdit ettiler ve yeni taleplerde bulundular.

Yeni padişah, Karamanoğlu’na Alâiye Kalesi’ni bırakmak suretiyle bu tarafta barışı sağladı, hızla Edirne’ye dönmeye çalıştı. Yolda yeniçeriler bahşiş istediler; kendilerine 10 kese akçe verildiyse de Çandarlı’nın adamı olan yeniçeri ağası Kurtçu Doğan azledildi ve yeniçeri yayabaşıları şiddetle cezalandırıldı. Edirne’ye dönüşte ocak esaslı biçimde yeniden örgütlendi. Padişah, Halil Paşa’ya Anadoluhisarı karşısında bir hisar yapılmasını emretti; Zağanos’un gayretiyle Muharrem 856’da (Şubat 1452) sahilde ilk kale yükselmiş bulunuyordu. Rebîülâhirde (mayıs) büyük Zağanos burcu yapıldı. 5 Rebîülevvel’de (26 Mart) padişah ordu ve donanma ile gelerek diğer burçların ve surların inşasını gördü. Ağustos sonlarında tamamlanan Boğazkesen Hisarı İstanbul’u Karadeniz iâşe merkezlerinden kesecek, Anadolu-Rumeli arasında donanmaların geçişini güvence altına alacak ve gerektiğinde kuşatma ordusuna üs hizmeti görecekti. O zaman II. Mehmed imparatora İstanbul’u teslim etmesi, aksi halde savaşa hazırlanması gerektiğini bildirerek savaş ilân etti.

Usta bir diplomat ve devlet adamı olan Çandarlı Halil Paşa daha 18 Şâban 855’te (15 Eylül 1451) Venedik ile eski muahedeyi yenilemiş, buğday ihracatı meselesinde uyumlu davranmıştı. Macarlar’la 25 Şevval 855’te (20 Kasım 1451) yine önemli tâvizlerde bulunularak üç yıllık bir ateşkes imzalanmış, Sırp despotu ve Bosna kralı Osmanlılar tarafına kazanılmıştı. Mora’da Turahan Bey oğulları ileri harekâta geçmişlerdi (856/1452 sonbaharı). Böylece Bizans’ın 1451-1452 kışında Venedik’e elçi göndererek Batılı devletleri harekete geçirmeye çalışması sonuç vermedi. Hıristiyan dünyası, hatta Venedik, Osmanlılar’ın böyle bir işe girişemeyeceğini düşünüyordu. II. Mehmed ise bu teşebbüs karşısında en büyük engel olarak Çandarlı’yı görüyordu. Çandarlı fethin gerçekleşmesi durumunda bütün iktidarının elden gideceğini biliyordu. Ancak geri çekilme halinde de devletin durumu tehlikeye düşecekti. Bundan dolayı bu işe girişilmemesi için elinden geldiği kadar çalıştı. Fakat Zağanos ve Şehâbeddin paşaların etkisi altında bulunan II. Mehmed fethi mutlak iktidarının ilk şartı sayıyor ve buna karşı bir engel tanımıyordu. Fakat yine de Çandarlı Halil Paşa’yı bu işte kendisiyle beraber görmenin gerekli olduğuna inanıyordu. Padişah Edirne’de büyük bir meşveret meclisi toplayarak meseleyi ortaya koydu. Bu meclisteki görüşmeler iki bağımsız kaynak tarafından nakledilir (Tâcîbeyzâde Ca‘fer Çelebi, s. 6-8; Kritovoulos, s. 25-37). Buna göre padişah, gazâ geleneği ve İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin güvenliğini tehdit ettiği noktalar üzerinde durmuş ve bu karar, savaş yanlısı olup fetihten sonra önemli bir değişiklik bekleyenler tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Surların sağlamlığını ve savaşın beklenmedik tehlikelerini öne süren ihtiyatlı ricâl ise padişahın ısrarı karşısında çoğunluğa uymak zorunda kalmıştır.

26 Rebîülevvel – 20 Cemâziyelevvel 857 (6 Nisan – 29 Mayıs 1453) tarihleri arasında elli dört gün süren İstanbul muhasarası esnasında bu iki görüş iki buhranlı anda tekrar karşı karşıya gelmiştir. Mayıs’ın dördüncü haftası Macarlar’ın ve bir Haçlı donanmasının harekete geçtiği haberi orduda yayıldı. Padişahın barışla şehri teslim alma girişimleri de askeri sabırsızlığa ve kaygıya düşürüyordu. Niçin bir an önce saldırıya geçilmediği, padişahın yapılması imkânsız bir işe girişerek milletini mahva sürüklediği şeklinde söylentiler yayılmaya başladı. Toplanan harp meclisinde Çandarlı Halil Paşa’nın Batı âlemini tahrik etmenin tehlikeleri hakkındaki açıklamaları ve uzlaşma gereğiyle ilgili sözleri Zağanos tarafından cevaplandırıldı. Genel saldırı kararı verilerek günün tayini Zağanos Paşa’ya bırakıldı. Hem Osmanlı hem de Bizans kaynakları toplarla surların yıkılmasını, Bizanslılar ile Frenkler (Latinler) arasında anlaşmazlık çıkmasını ve savunma başkumandanı Giovanni Giustiniani-Longo’nun yaralanıp kumandayı bırakmasını sonuç üzerinde etki yapmış başlıca hadiseler olarak kaydeder. Saldırı günü ilkin Edirnekapı tarafında beş on gazi duvar üzerine çıkıp sancak dikti. Fakat asıl ordu Topkapı ile Yalıkapı arasında açılan gediklerden şehre girdi.

İstanbul fethinde belirtilmesi gereken bir nokta da Rum ahalinin durumudur. Iorga (Jorga) (Geschichte des Osmanischen Reiches, II, 22) savunmanın daha ziyade Latinler tarafından yapıldığını belirtir. İmparator, Batı’yı harekete geçirmek için son anda (12 Aralık 1452) Ayasofya’da papa ile evvelce imzalanmış kiliselerin birleşmesi esaslarına göre ilk âyinde hazır bulunmuş, fakat Latinler’e karşı kin ve nefret besleyen halk kitlesi ve birçok papazla Georgios Scholarios (daha sonra Fâtih’in patrik yaptığı Gennadios) bunu protesto etmiştir. Şehirde, “Latin külâhı görmektense Türk sarığı görmek evlâdır” sözü bunların öteden beri parolası olmuştu (Ducas, s. 264). İmparator da kontrolü kaybetmişti. Muhasara sırasında Rumlar’dan birçoğu para almadıkça çalışmayı reddediyordu; ailelerinin geçimi bahanesiyle birçoğu evine dönmüştü; bunların müdafaaya katılmasını sağlamak çok zor oluyordu. Tam kadrosu 8-9000 olan savunma ordusunun 3000 kişilik asıl faal kısmı Latinler’den oluştuğu gibi başkumandanlığa da Giustiniani-Longo getirilmişti. Latinler’i sevmeyen Megadük Lukas Notaras ile (Türk rivayetlerinde Kir Luka) Giustiniani anlaşamıyorlardı. Padişah ise şehri harap olmadan ele geçirmek istiyordu. Rûhî’ye göre “Frenk kâfirleri” Rumlar’ı savaşa devam etmeye zorlamışlardı (İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, I, 131); zira Rumlar sadece İstanbul’u, fakat Frenkler Levant’taki bütün sömürgelerini ve ticaretlerini kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Fetihten sonra padişah, Latin kilisesiyle birlik aleyhinde olan Lukas ve diğer Bizans soylularına başlangıçta çok iyi muamele etti. Beyzâde esirleri fidye ile kendisi kurtardı ve yanına getirtti. Şehrin boş kalmasını istemediğinden fidyesini veren veya belli bir zaman içinde geri dönen Rumlar’a şehirde yerleşme izni verdi; bunları vergi dışı bıraktı ve kendilerine evler tahsis etti. “Hums-i sultânî” olarak kendi payına düşen esirleri Haliç kenarında (Fener [?]) yerleştirdi ve onlara da evler verdi.

İstanbul’un fethi, Osmanlı Devleti’nin kesin kuruluşunu ve padişahın durumundaki değişiklikle sonraki büyük fütûhatı hazırlayan esas olaydır. Fetih sayesinde II. Mehmed kendini bir dünya imparatorluğunun sahibi görmüş, mutlak ve sınırsız bir iktidar kazanmıştır. Bu inancı onun bir taraftan sürekli fütuhat faaliyetinin, diğer taraftan merkeziyetçi hükümetinin temeli ve hareket noktası olmuştur.

Fetihten Sonra Siyasî Gelişme

Osmanlı Devleti’nin gazi devleti sıfatı Fâtih Sultan Mehmed döneminde her zamankinden daha belirli bir hal almıştır. İstanbul’un fethi haberi bütün Avrupa’da heyecanla karşılandı. Papa V. Nicolas, İtalya devletleri arasında birlik istedi ve bütün hıristiyanları Haçlı bayrağı altına davet etti. Viyana’da İmparator III. Friedrich ve Napoli Kralı V. Alfonso bu Haçlı seferinin başına geçmek istediler. Regensburg’da imparatorluk meclisinde (Diet) bütün hıristiyanlık âleminde beş senelik genel barış yapılması, Çanakkale Boğazı’na bir donanma gönderilmesi öne sürüldü (Nisan 1454).

Fâtih Sultan Mehmed, bir Haçlı seferinin başlıca desteği olabilecek Venedik Cumhuriyeti ile bir antlaşma imzaladı (19 Rebîülâhir 858 / 18 Nisan 1454). Bu antlaşma ile Doğu’daki kolonilerini güvence altına alan Venedik, Haçlı toplantılarına katılmaktan ve padişahı kızdırmaktan kaçındı. Karadeniz ve Ege denizlerindeki Ceneviz kolonileri de haraç ödemeye razı olarak padişahla anlaştılar. Ancak Rodos şövalyeleri papaya bağlı olduklarından padişaha hiçbir zaman haraç ödemeyeceklerini bildirdiler, savaş halini devam ettirdiler (858/1454’te Hamza Bey kumandasında Osmanlı donanmasının Ege seferi sonuç vermedi). 860’ta (1456) Fâtih, Kuzey Ege’de Enez ile İmroz ve Limni’yi aldı.

1456 Belgrad savunması için büyük faaliyet gösteren papalık kendi kaynakları ile on altı kadırgalık bir donanma hazırladı. Bu donanma Ege sularına gönderildi. Rodos’ta üslenen papalık donanması Sakız ve Midilli adalarına uğradı; ardından Limni, Taşoz ve Semadirek adalarını işgal etti (861/1457) ve kuvvet bırakarak çekildi. Fâtih, İsmâil Bey idaresinde donanma gönderdi. Donanma Midilli hâkimini tekrar padişaha baş eğmeye mecbur ettiği gibi Taşoz ve Semadirek’i ele geçirdi. Fâtih 865’te (1461) Trabzon seferine çıkarken Rodos şövalyeleriyle bir ateşkes imzaladı. Arnavutluk’ta, Venedik 1463’te Arnavut âsilerini açıktan açığa himayesi altına alıncaya kadar Napoli kralı ve papa faaliyette idiler. Fâtih, Arnavut İskender Bey ile de ateşkes imzaladı. 858-860 (1454-1456) yıllarında esas faaliyeti Sırp meselesi üzerinde yoğunlaştı. 855’te (1451) II. Mehmed tahta çıkınca Sırp despotu Alacahisar (Kruşevać) ve yöresini zaptetmiş, fakat İstanbul fethi haberini alınca iade etmişti. Fâtih, bir ültimatom göndererek Lazar’ın eski memleketi Morava vadisinin irsen kendisine ait olduğunu ileri sürdü ve Despot Georg Branković’e yalnız babasının mülkü Vılk-ili’ni, yani Vulçıtrın-Lab bölgesini bırakabileceğini bildirdi. 858 (1454) yazında Morava vadisine yaptığı seferde Omol (Omolridon) ve Sifricehisar’ı (Ostrovica) zaptetti (Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî, s. 97). Osmanlı ordusu çekilince Vidin-Niş bölgesinde Macarlar, Kosova yöresinde ise Sırp kuvvetleri karşı saldırıya geçtiler. Fâtih 859 (1455) yazında ikinci Sırp seferinde kuvvetlerini Güney Sırbistan’a, Vılk-ili’ne yöneltti. Trepça, Novobrdo (Novoberda) ve Lab vadisinde gümüş madenlerini ele geçirdi. Yalnız Vılk-ili’ni elinde tutma şartıyla bir ateşkes anlaşması yaparak despotu Macarlar’dan ayırmaya muvaffak oldu (Omol ve Sifricehisar despota geri verilmiş görünmektedir). Despot yılda 3 milyon akçe ödemeyi ve seferlere belli sayıda asker göndermeyi kabul ediyordu. Fâtih, Sırbistan’ı sıkı şekilde bağımlı tutmanın Belgrad’ın Macarlar’dan alınmasına bağlı olduğunu biliyordu. Sırplar tarafsız duruma getirilmişti ve Macarlar’ın Katolikleştirme siyasetinden memnun değillerdi. Sırp siyasetinde başlıca rol oynayan Mahmud Paşa, kardeşi Mihail Angelović vasıtasıyla Macarlar’a karşı olanlardan faydalandı; Osmanlı yandaşı grup kuvvetlendi.

Fâtih Sultan Mehmed 860’ta (1456) kuşattığı Belgrad önünde şahsî kahramanlığına rağmen çekildi (bozgunu önlemek için savaş meydanına atılarak alnından yaralandı). Bu başarısızlık Batı’da Haçlı ümitlerini arttırdı. 1457’de papa III. Calixtus donanmasını Ege denizine gönderiyor, Uzun Hasan ve Gürcüler ile Osmanlılar aleyhinde ilişki kurmaya çalışıyordu. Halefi II. Pius, Haçlı seferi için Avrupa’da hıristiyan hükümetlerini Mantua’da bir kongreye çağırıyordu.

Despot Georg Branković’ten sonra oğlu Lazar’ın da kısa zaman içinde ölümü üzerine (20 Ocak 1458) Sırp veraseti meselesi ortaya çıktı. Macarlar, ölen despotun kızını Bosna kralı ile evlendirip onu Macar himayesi altına alma planını uygulamaya koydular. Belgrad’ın Macar kumandanı Szilágyi Sırbistan’ı işgal etmeyi tasarlıyordu. Aynı tarihte Mora’da iki despot Demetrios ve Thomas arasında çıkan kavga dolayısıyla memleket karışmıştı ve Venedik burasını kendi nüfuz bölgesi sayıyordu. Yine 861’de (1457) İskender Bey, Arnavutluk’ta Evrenosoğlu Îsâ Bey’i Albunlena’da bozguna uğratmıştı. Fâtih Sultan Mehmed bu tehlikeler karşısında Îsâ Bey’i yeni kuvvetlerle İskender Bey üzerine gönderdi; kendisi de bir ordu ile Mora’ya hareket etti; Sırbistan’a Mahmud Paşa idaresinde bir ordu yolladı. Sırplar birtakım ödünler karşılığında birçok yerde kaleleri (bu arada Güvercinlik) Mahmud Paşa’ya teslim ettiler. Semendire tarafında bizzat Macar Kralı Matthias Corvin kumandasındaki bir ordunun tehdidi üzerine Mahmud Paşa Niş civarına çekildi. Bu esnada Fâtih, Mora’da vaktiyle Despot Konstantin’e ait olan yerleri fethetmiş ve Üsküp’e gelmişti. Mahmud Paşa orada padişahla buluştu. Matthias, babasının taktiğini kullanarak kışın gelmesini ve Osmanlı ordusunun dağılmasını bekledi. Fâtih âdet dışı olarak ordusuyla Üsküp’te kaldı (862/1458 başlarında hâlâ oradaydı). Tuna’yı aşarak Tahtalu’ya saldıran kral püskürtüldü. Padişah ardından Edirne’ye döndü (Safer 863 / Aralık 1458). Ertesi yılın baharında bizzat Semendire’ye hareket etti. Sırplar kendisine Sofya’da kalenin anahtarlarını teslim ettiler (Şâban 863 / Haziran 1459). Böylece Sırbistan doğrudan Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş oluyordu. Semendire seferi erken bittiğinden aynı yılın yazında Karadeniz’de Amasra üzerine yüründü; Ceneviz kalesi savaşsız teslim oldu. Semendire’nin düşüşü papa tarafından bir felâket sayıldı ve Mantua Kongresi’nde Haçlı seferi ilân edildi. Bu sırada Mora’da Despot Demetrios ile Batılılar’ın teşvik ettiği Thomas arasındaki mücadele sonucunda Thomas Mora’ya hâkim olmuştu. Fâtih Sultan Mehmed, 864 (1460) Mora seferinde sahilde Venedik’e ait olan kaleler dışında bütün yarımadayı ele geçirdi. Fakat Mora’ya hakkıyla sahip olmak ancak Venedikliler’i Koron, Modon, Nauplia (Anabolu) ve Argos gibi kalelerden atmakla mümkün olabilirdi. 1463’te Argos’un yerli bir Rum papazının yardımıyla Osmanlılar tarafından alınması Venedik’i nihayet savaş kararı almaya götürdü (11 Zilkade 867 / 28 Temmuz 1463).

Fâtih 865’te (1461) Eflak beyine karşı yürüdü.

Eflak’ta ve Bosna’da olaylar Macarlar’la çarpışmayı kaçınılmaz hale getirdi. Fâtih 865’te (1461) Eflak beyine karşı yürüdü. Eflak Beyi Vlad Drakul (Kazıklı Voyvoda) Macar kralı ile ittifak yaptı ve padişahın Trabzon seferi için uzaklaşmasından faydalanarak Tuna üzerindeki Osmanlı kalelerine saldırdı. Bunun üzerine Fâtih 866 (1462) yazında Eflak’ı istilâ edip Vlad’ı kaçırdı ve yanında sarayda bulunan kardeşi Radu’yu (Radul) onun yerine voyvoda tayin etti. Aynı tarihte Midilli hâkimi Niccolo Gattilusio, Türkler’e bağımlılıkla suçladığı kardeşini ortadan kaldırmış, Anadolu sahillerini talan eden Katalan korsanlarını korumak ve adada üslendirmek, nihayet haraç vergisini göndermemek suretiyle düşmanca bir tavır takınmıştı. Fâtih, Eflak beyini cezalandırdıktan sonra Zilhicce 866’da (Eylül 1462) Midilli’yi ele geçirerek ilhak etti. Venedik bunu Ege’deki durumunu tehdit eden bir hareket olarak karşıladı. Bosna kralı da Macar himayesini ve bağımlılığını kabul etmiş olup karısı dolayısıyla Sırp despotluk tahtı üzerinde hak iddia ediyordu; Osmanlılar’a karşı memleketinde bazı kaleleri Macarlar’a terketmekten çekinmedi (1462). Bu gelişmeler 1463’te Bosna’nın fethiyle neticelendi. Macaristan ve Venedik 1463’e doğru kesin harekâta geçmek zamanının geldiğine hükmettiler. Papanın çabaları sonucu iki devlet Osmanlılar’a karşı bir saldırı ve savunma ittifakı imzaladı. 1463 yılı Fâtih’in Batı ile mücadelesinde bir dönüm noktasıdır. Papa artık Haçlı seferinin gerçek olduğuna inandı. Venedik ve Burgonya ile bir ittifak imzaladı ve Ramazan 868’i (Mayıs 1464) hareket tarihi olarak tesbit etti. Osmanlı Devleti’nin paylaşılma planı bile hazırlandı. Venedikliler Mora, Beotya, Attika ile Epir sahil bölgesini, İskender Bey Makedonya’yı alacak, eski Bizans İmparatorluğu’nun diğer bölgeleri Rum büyüklerine verilecek, Bulgaristan, Sırbistan, Bosna, Eflak Macaristan’ın olacaktı.

1463 sonbaharında müttefikler saldırıya geçtiler. Venedikliler Argos’u geri aldılar ve Hexamilion (Germe) Hisarı’nı acele ile tekrar yükselttiler (eylül). Mora’da birçok kale ve şehir isyan ederek Venedikliler’le birleşti. Yarımada içindeki müslümanlar kalelere kapanıp kaldılar. Aynı tarihte Macar kralı Bosna’nın pâyitahtı Yayiçe’yi (Yaitse) zaptetti (4 Rebîülâhir 868 / 16 Aralık 1463). Venedik donanması Çanakkale Boğazı dışında dolaşıyordu. Fâtih Sultan Mehmed her tarafta beliren bu tehlikeler karşısında köklü önlemler aldı. Mahmud Paşa’yı kuvvetli bir ordu ile süratle Mora’ya gönderdi. Donanmayı takviye için Kadırga Limanı Tersanesi’ni yaptırdı ve İstanbul’u emniyete almak üzere Çanakkale Boğazı’nda karşı karşıya Sultâniye ve Kilitbahir kalelerini inşa ettirdi (868/1463-64 kışı). Mora’da Venedikliler yenilerek yarımadayı bir defa daha Osmanlılar’a bıraktılar. 869’da (1464) baharında Fâtih Sultan Mehmed İzdin’e (Zitun) geldiği zaman orada harekâtın başarı ile sonuçlanmış olduğunu öğrendi ve Bosna’ya hareket etti. O yaz Yayiçe’yi Macarlar’dan almak için boşuna muhasara etti. Eylülde Sofya’ya döndüğü zaman Macar kralının Bosna’ya girdiğini öğrendi ve Mahmud Paşa idaresinde kuvvetler gönderdi. Bunun karşısında kral bir şey yapamayarak çekildi. Fâtih müttefiklere karşı her tarafta başarı kazanmıştı.

Fâtih 1465 yılında Venedik ve Macaristan ile barış görüşmeleri açtı; çünkü Karaman işleri karışmış, sürekli seferler dolayısıyla asker arasında ciddi bir hoşnutsuzluk baş göstermiş bulunuyordu. Padişahın sağlığı da bozuktu. Görüşmelerde Venedik Mora ve Midilli’yi kendisi, Bosna’nın kuzey kısmını da müttefiki Macaristan için istedi. Fâtih ise Bosna’nın boşaltılması talebinde bulundu. 1465 yılı sonuçsuz görüşmelerle geçti. Ertesi yılın baharında Fâtih, müttefiklere alet olan İskender Bey’i cezalandırmak için Arnavutluk’a hareket etti. İskender, Zilhicce 869’da (Ağustos 1465) sancak beyi Balaban’a karşı bir başarı kazanmıştı. Fâtih, kuzey dağlık bölgesine dayanan Arnavutlar’a karşı memleketin ortasında kuvvetli İlbasan Kalesi’ni yaparak döndü. İskender Bey, Venedikliler’den aldığı yardımcı kuvvetlerle Akçahisar’ı (Kruya) kuşatmaya devam eden Balaban’ı yendi; ardından İlbasan’ı kuşattı. Buna çok hiddetlenen padişah 1467’de ikinci defa Arnavutluk’a girdi. Draç ve Akçahisar’ı tehdit etti. Arnavutluk, Venedik-Osmanlı savaşının belli başlı sahnelerinden biri halini aldı. Venedik, Macar Kralı Matthias’tan büyük yardım göremese de Asya’da Uzun Hasan ve Karamanoğulları’nı müttefik edinmek ve böylece Fâtih’e karşı büyük bir kara kuvvetini harekete geçirmek imkânını buldu.

Orta Anadolu Meselesi ve Uzun Hasan ile Mücadele

Karamanoğlu İbrâhim Bey’in ölümü üzerine (1469) Fâtih Sultan Mehmed’in halasının oğulları Pîr Ahmed ve kardeşleri Konya’ya ve Konya ovasına, veliaht seçilmiş olan İshak Bey ise Silifke ve Taş-ili’ne hâkim oldular. Beyliğin tamamına sahip olmak için İshak Bey Uzun Hasan’dan, Pîr Ahmed de Fâtih’ten yardım istedi. Karaman-ili’nde Osmanlı nüfuzunun yerleşmekte olduğunu gören Akkoyunlu Uzun Hasan, İshak Bey lehine harekete geçti. 869 (1464) sonbaharında Fâtih Bosna’da meşgul bulunduğu sırada Uzun Hasan, Dulkadıroğlu Arslan Bey üzerine yürüdü ve onu yendi; ardından İshak Bey’in kardeşlerine karşı savaşarak Kayseri, Develi, Aksaray, Konya ve Beyşehri’ni aldı ve İshak Bey’e teslim etti. İshak Bey bu şehirlerde Mısır Sultanı Hoşkadem adına hutbe okutmuştu. Bu durum karşısında Pîr Ahmed ve kardeşleri kaçıp Fâtih’in yanına sığındılar.

Fâtih Sultan Mehmed, 847’de (1444) Karamanoğulları’na terkedilen toprakları geri alma zamanının geldiğini gördü. İshak Bey, tahtını güvence altına almak için bir taraftan Mısır sultanının himayesini istediği gibi diğer taraftan da Fâtih ile uzlaşmayı uygun buldu; Akşehir, Beyşehri ve Seydişehri’ni terke razı olduğunu bildirdi. Fâtih, 793’te (1391) Karamanoğlu Mehmed Bey ile Yıldırım Bayezid arasında kararlaştırılan Çarşamba suyu sınırının esas olmasını istediyse de anlaşma sağlanamadı. Padişahın yanında bulunan Pîr Ahmed buna razı olduğu gibi Dulkadırlılar’la eskiden beri çekişme konusu olan Kayseri üzerindeki hâkimiyetini de Osmanlılar’a bırakıyor, padişahın seferlerine bizzat gelmek sözüyle daha sıkı bir şekilde Osmanlı himayesini kabul ediyordu. Dulkadır Beyi Arslan, Osmanlılar’la gizlice anlaşmış olduğu için Memlük sultanının tahrikiyle öldürüldü (1465) ve yerine Şah-Budak getirildi. Buna karşı Fâtih, Dulkadırlılar’dan Şehsuvar Bey’i bir bağımlılık ahidnâmesi imzalatarak beyliğe seçti (1467’de Şehsuvar beyliği Şah Budak’tan alacaktır).

Osmanlı kuvvetlerinin yardımıyla harekete geçen Pîr Ahmed, İshak’ı yenerek Silifke Kalesi dışında bütün Karaman-ili’ni idaresi altına almayı başardı (Şevval 869 / Haziran 1465). Uzun Hasan’ın yanına kaçmış olan İshak çok geçmeden öldü (Zilhicce 869 / Ağustos 1465). Uzun Hasan o zaman yalnız Dulkadırlılar’a karşı harekete geçti; Fırat vadisine doğru arazisini genişletmeye çalıştı, Gerger’i aldı. Bunun üzerine Mısır sultanı Karaman olayları yüzünden Osmanlı padişahı ile bozulan ilişkileri düzeltmeye çalıştı.

Bu tarihe kadar bir taraftan Haçlı tehlikesi, diğer taraftan Karamanoğlu İbrâhim Bey’in Tarsus ve öbür Memlük topraklarına saldırısı sebebiyle Osmanlı-Memlük ilişkisi dostane idi. Fakat 1461’den sonra Fâtih’in şarka yayılma siyaseti Memlük nüfuz sahasını tehdide başladı. Mısır sultanı Uzun Hasan’ı, Karamanoğulları’nı ve Dulkadırlılar’ı himayesi altında sayıyordu. Uzun Hasan’a karşı bir hareket sayılan Trabzon’un fethi (865/1461) Mısır sultanı tarafından tebrik edilmedi. 1463’te hıristiyan Batılılar’a karşı büyük başarı sağlayan Fâtih, Mısır sultanına gönderdiği mektupta alışılmışın dışında ona kendisiyle eşit muamelesi yaptı ve elçisi yer öpmedi. Bu hareket Sultan Hoşkadem’i çok incitti. Son Karaman olayları da iki taraf arasında ilişkiyi tamamıyla bozdu. 1465’te bir Mısır elçisi Venedik’e gitti. Fakat Uzun Hasan’ın Fırat vadisinde saldırıları üzerine Mısır sultanı elçisi Nûreddin Kuşeyrî’yi dostane bir mektupla Fâtih’e gönderdi. Bu mektup Osmanlı sarayında memnuniyetle karşılandı. Ancak 1467’de Şehsuvar’ın Osmanlı himayesinde Dulkadır tahtına oturması ve Memlükler’le şiddetli bir mücadeleye girişmesi Memlük-Osmanlı ilişkilerini yeniden gergin bir aşamaya getirdi. Fâtih 872’de (1468) Anadolu’ya sefere çıktığı zaman bunun Memlükler’e karşı olduğu söyleniyordu. İshak’ın ölümünden sonra tahta sağlamca yerleşen Pîr Ahmed bağımlılık şartlarını gözetmemeye başladı; hatta Ilgın sınırında bazı toprakları geri istedi. Fâtih Anadolu’ya sefer yapmaya karar verdi. Batı’da Venedik ve Macaristan ile tekrar barış görüşmelerine girişerek onları oyaladı. İskender Bey o kış ölmüştü (21 Cemâziyelâhir 872 / 17 Ocak 1468). Aynı yılın ilkbaharında Afyon’a doğru yola çıkan Fâtih, Pîr Ahmed ve Şehsuvar Bey’den bağımlılık şartına göre ordugâha gelmelerini istedi. Fakat Afyon’da Pîr Ahmed’in red cevabı ulaştı (Şevval 872 / Mayıs 1468). Osmanlı ordusu Konya’yı koruyan ünlü Gevele (Kevale) Kalesi’ni ve Konya’yı aldı. Mahmud Paşa’nın askerleri Turgutlu aşiretlerini Çukurova’da Memlük topraklarının içlerine kadar kovaladılar. Fâtih, Konya’ya Manisa’dan Şehzade Mustafa’yı getirip vali tayin ettikten sonra İstanbul’a doğru yola çıktı. Böylece padişah Anadolu’da büyük bir mücadeleye sürüklenmişti, Batı’daki durumu da zayıflamıştı. Bunu Mahmud Paşa tarafından izlenen yanlış siyasetin bir sonucu saydı. Orta Anadolu’daki mücadele Venedik savaşı ile karışmış, 1474’e kadar pek buhranlı aşamalar göstermiş ve onu yıllarca meşgul etmiştir.

Fâtih çekilir çekilmez Pîr Ahmed Lârende’den Konya’ya başarısız bir saldırıda bulundu. 1469’da Karamanoğulları Konya ovasının doğu kısımlarını yani Ereğli, Aksaray, Develi ve Niğde’yi tekrar ele geçirmişlerdi. Fâtih, 875’te (1470) Eğriboz (Eubola) seferinde iken Karamanoğlu Kasım Ankara yöresine kadar ilerledi ve mahallî kuvvetleri bozguna uğrattı. 1471’den itibaren Osmanlılar yalnız Konya ovasını değil Toros dağlık bölgesini ve İç-ili’ni de alarak Akdeniz’e kadar bütün Karaman-ili’ni itaat ettirmek için büyük seferlere giriştiler. Bunlardan birincisi 875 (1471) baharında Vezîriâzam İshak Paşa tarafından yapıldı; Lârende ve Niğde ele geçirildi. Aynı tarihte Karaman’da harekâtta bulunan Gedik Ahmed Paşa da sahilde Alâiye’yi teslim aldı. 877’de (1472) harekât sahilden dağlık bölgeye geçti. Ahmed Paşa, Pîr Ahmed’in ailesini ve hazinesini sakladığı, bugün Silifke-Ermenek yolu üzerinde Mokan (Meynan) Hisarı’nı, sahilde Gorigos’u (Kurku, Korykos), Çukurova sınırında Gülek’i zaptetti. Gedik Ahmed Paşa, bu harekâtı tamamlamak üzere Luluva Kalesi’ni zaptettiği sırada batıdan bir Haçlı donanması, doğudan Uzun Hasan kuvvetleri Karaman-ili’ne doğru harekete geçmiş bulunuyordu. Böylece Karaman meselesi milletlerarası bir nitelik alıyor ve Fâtih Sultan Mehmed için saltanatının en buhranlı bir devresi açılmış oluyordu.

Uzun Hasan Tebriz tahtına oturunca kendini Rum (Anadolu) beylerinin “üstün hükümdarı” olarak görmeye başlamıştı. Fâtih’in ilerlemeleri ve ekonomik önlemleri Uzun Hasan’ın imparatorluğunu tehdit ediyordu. Osmanlılar, Akkoyunlu’ya ait Koyulhisar’ı ve himayesi altındaki Trabzon’u almışlardı. İran’ın servet kaynağı olan ipek üzerine Tokat’ta Fâtih tarafından ikinci bir gümrük konması ciddi bir şikâyet konusuydu. 1471’de Osmanlılar, Karamanoğulları’na karşı kesin harekâta girişince bunlar Uzun Hasan’dan yardım istediler. Türkmen beyi aynı tarihte Rodos şövalyeleri reisine, Kıbrıs kralına ve Alâiye beyine gönderdiği mektuplarda Karamanoğlu’na imdat olarak oğlu Zeynel kumandasında 30.000 kişilik bir kuvvet göndereceğini bildiriyor (böyle bir kuvvet ancak 877’de [1472] hareket etmiştir), onları ortak düşman olan Osmanlılar’a karşı iş birliğine çağırıyordu. Timur’a benzetilen Uzun Hasan’ın yanında İsfendiyaroğlu, Germiyanoğlu, Dulkadıroğulları, İnaloğlu gibi Anadolu’dan kaçmış beyler toplanmıştı. Uzun Hasan’ın Fâtih’ten ilk isteği Trabzon, Sinop ve Karaman’ın bırakılması idi. O yıl memleketlerinden atılan Karamanoğulları Pîr Ahmed ile Kasım, Uzun Hasan’ın yanına giderek yardım istediler. Türkmen beyi nihayet harekete geçmeye karar verdi. 876 (1472) baharında ilkin eski Trabzon imparatorunun bir yeğenini Trabzon üzerine gönderdi. İsfendiyaroğlu Kızıl Ahmed Bey ile Karamanoğulları’nı Akkoyunlu kuvvetleriyle (30.000 kişi) Orta Anadolu’ya yolladı. Bunlar, Meynan ve Luluva’nın intikamını almak için Tokat’a hile ile baskın yaptılar. Bu kuvvetlerin bir kısmı oradan Uzun Hasan’ın yeğeni Yûsufca Mirza kumandasında Aksaray üzerinden Konya’ya geldi. Tokat yağması haberi yıldırım etkisi yaptı. Fâtih, Rum Mehmed Paşa’yı azledip Mahmud Paşa’yı tekrar vezîriâzamlığa getirdi. Şehzade Mustafa’ya, Afyon’a veya Kütahya’ya çekilerek Bursa’yı korumak üzere Anadolu beylerbeyi Koca Dâvud Paşa ile birleşmesi emri verildi. Akşehir’e kadar gelen kuvvetler çekilmeye başladı. Karşı saldırıya geçen Osmanlı kuvvetleri, Beyşehir gölü yanında Eflâtunpınarı yakınında onları yakalayarak bozguna uğrattı. Yûsufca Mirza esir düştü; Karamanoğulları kaçtı. Bu başarı durumu kurtardı. Fâtih bütün kış İstanbul’da savaş hazırlığı yaptı.

Uzun Hasan, Anadolu’nun ve kendi imparatorluğunun geleceğini belirleyecek bu savaş için büyük askerî ve siyasî hazırlıklara girişti. 1471’de dört elçisi Venedik’e giderek Fâtih ve Mısır sultanı aleyhinde ittifak yapmak istedi. İttifaka göre Venedik gemileri ateşli silâhlarla bunları kullanacak ufak bir kuvveti Karaman sahillerine getirecek, Uzun Hasan da bu tarafa bir kuvvet gönderip onlarla birleşecekti. Venedik ittifak gayelerini şöyle tesbit etmişti: Uzun Hasan Anadolu’yu alacak, Osmanlı padişahına kıyılarda hisar yapmaması ve Karadeniz’i Venedik gemilerine açık bulundurması kabul ettirilecek; Mora, Midilli, Eğriboz ve Argos’un Venedik’e iadesi sağlanacak. Venedikliler Uzun Hasan’a Boğazlar’ı geçerek İstanbul’u zaptedebileceklerini de söylüyorlardı. Venedik, Napoli, Rodos, papalık ve Kıbrıs savaş gemilerinden oluşan büyük bir Haçlı donanması 1472 yazından beri Osmanlılar’ın Akdeniz kıyılarına dehşet saçıyordu. Antalya (Rebîülevvel 877 / Ağustos 1472), İzmir (9 Rebîülâhir 877 / 13 Eylül 1472) yağma edilmiş ve yakılmıştı. Bu donanma 877 (1473) baharında Karamanoğlu Kasım Bey ile iş birliği yaptı. Gorigos, Sıgın ve Silifke kaleleri bu tehdit altında Kasım’a teslim oldu. Bununla beraber Fâtih’in Rumeli akıncı kuvvetlerini daha kıştan Sivas bölgesine göndermesi ve baharda büyük ordusu ile Erzincan’a doğru ilerlemesi üzerine Uzun Hasan, İç-il sahillerine kuvvet göndermek ve hıristiyan kuvvetleriyle temas kurmak imkânını bulamadı. Her şey Fırat vadisindeki savaşın neticesine bağlıydı.

Fâtih Sultan Mehmed bir meydan muharebesinde derhal kesin sonuç almak istiyordu. Uzun Hasan ise, üslerinden çok uzak düşen Osmanlı ordusunu yıpratmak ve iâşesiz bırakmak suretiyle ezmek planını uygulamayı düşünüyordu. Fâtih’in ordusu en fazla 70-100.000 kişi tahmin edilebilir. Tercan ile Erzincan arasında bir düzlükte Fırat’ın öbür tarafına geçen Rumeli kuvvetleri Uzun Hasan kuvvetlerinin baskınına uğradı. Rumeli Beylerbeyi Has Murad öldü. Fâtih, bu yenilgi üzerine ordusunda baş gösteren ümitsizliği önlemek için olağan üstü önlemler aldı. Uzun Hasan, oğullarının ısrarı ile Otlukbeli’nde Başkent mevkiinde yaptığı ikinci baskın sonucu kesin muharebeyi kabul etti (16 Rebîülevvel 878 / 11 Ağustos 1473). Osmanlı ordusunun ancak sekiz günlük erzakı kalmıştı. Tepeleri tutmayı başaran Dâvud ve Mahmud paşaların gayreti neticesinde Osmanlı ordusu dar vadide baskın etkisinden kurtularak savaş düzeni alabildi. Şehzade Mustafa’nın kumandası altında sol koldaki Anadolu azeblerinin başarılı saldırısı ve Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel’in öldürülmesi harbin sonucunu belirledi. Padişah kumandasındaki kapıkulunun esaslı bir şekilde savaşa girmesine hâcet kalmadan Uzun Hasan durumu ümitsiz görerek yalnız başına kaçtı. Savaşın ardından 4000 Türkmen idam edildi ve 2050 esir alındı. Fâtih bundan sonra Şebinkarahisar üzerine yürüdü ve kaleyi teslim aldı. Orada iken Uzun Hasan’ın elçisi ulemâdan Ahmed Bekricî gelip barış istedi. Fâtih, bir daha Osmanlı topraklarına saldırıda bulunmaması ve Karahisar’ı bırakması şartıyla barışı kabul etti. Uzun Hasan aynı elçiyi İstanbul’a gönderdi ve bağımlı beylere mahsus bir ifadeyle Osmanlı arazisine asla tecavüz etmeyeceğini tekrar bildirdi. Bununla beraber kısa bir zaman sonra Uzun Hasan’ın hıristiyan devletlerini kışkırtmakta devam ettiğini öğrenen Fâtih, Hüseyin Baykara’ya gönderdiği bir mektupta Uzun Hasan’ı ortadan kaldırmak için iki taraftan saldırıya geçmeyi önermişti. Uzun Hasan ile barış yapılması taraftarı olan Vezîriâzam Mahmud Paşa da İstanbul’a döner dönmez azledilmişti. Fâtih, Uzun Hasan ölünce (882/1478) onun nüfuz alanında sayılan Gümüşhane-Trabzon yolu üstünde Torul mevkiinin Rum hâkimini ortadan kaldırmış, Gürcistan ile Trabzon sancağı sınırında bazı yerleri zaptettirmiş, böylece Trabzon fütuhatını tamamlamıştır. Otlukbeli zaferi, Fâtih’e Fırat nehri berisindeki Anadolu toprakları üzerinde tam bir kontrol sağlamış ve Batılılar’ın, özellikle Venedik’in Osmanlı Devleti’ne karşı zafer ümitlerini ortadan kaldırmıştır.

Bununla beraber Karaman-ili’nde dağlık bölgede ve İç-il sahillerinde, Niğde ve Develi yöresinde 877’den (1472) beri tekrar hâkim olan Kasım Bey’i bertaraf etmek için 879’da (1474) Gedik Ahmed Paşa’nın yeni bir sefer yapması gerekmiştir. Gedik Ahmed Taş-ili, Ermenâk, Meynan ve Silifke’ye inerek buraları tekrar ele geçirdi. Gedik Ahmed Paşa döndükten sonra yeni Karaman valisi Sultan Cem’in (Fâtih’in çok sevdiği oğlu Şehzade Mustafa, Develi muhasarası dolayısıyla hasta bir halde yola çıkmış ve ölmüştü) lalası Rum Mehmed Paşa harekâtı sürdürdü. Lârende’ye yürüyen Karamanoğlu Kasım’ı püskürttükten sonra Varsaklar’a karşı yaptığı harekâtta pusuya düştü ve bozguna uğradı. Sonuçta Karaman artık inkıyat altına alınmış olup Osmanlı Devleti şimdi başka meselelerle uğraşıyordu.

Fâtih Sultan Mehmed’in Şahsiyeti

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un hemen fethinden sonra bir Batı kaynağının kaydettiği üzere her işte son derece atılgan, Makedonyalı İskender gibi şan ve şeref kazanmak isteyen, zeki, sert mizaçlı, zevk ve safaya sırtını çevirmiş bir hükümdardı. Türkçe, Rumca ve Slavca olmak üzere üç dil bilirdi. Çağdaş Arap kaynaklarına göre “ulemâya karşı yakınlık göstermek, onlarla görüşmeye önem vermek ve onlardan yanına gelenleri tâzimle karşılamak gibi meziyetleriyle beraber babasının Frenkler’i defetmek yolundaki gayretlerine devam etti; fakat zevk ve safa hususunda ondan geri kaldı.” Kısaca Fâtih tarihte imparatorluk kurucularının vasıflarını taşır, dünya hâkimiyetini amaç edinmiş kudretli bir asker ve geniş görüşlü bir kültür adamıdır. Fâtih’in bütün hareketlerine, amansız önlemlerinde olduğu kadar ilmi ve sanatı himaye ve teşviklerinde şu esas fikir hâkimdir: Devletini her bakımdan dünyanın en üstün ve kudretli imparatorluğu haline getirmek.

“Karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek câizdir”

Bu amaçla İstanbul’un fethinden sonraki ilk işi iktidarını fiilen sınırlandıran Çandarlı Halil Paşa ile kendisine karşı savaşarak tahtını tehdit etmiş olan Orhan Çelebi’yi ortadan kaldırmak olmuştur. Çandarlı’nın ardından göreve getirdiği vezîriâzamları sonuncusu Karamânî Mehmed müstesna hepsi kul aslından olacak ve onlardan Mahmud’u ve Rum Mehmed Paşa’yı idam ettirecektir. Böylece devlet idaresinde eski ailelerin nüfuzu bertaraf edilmiş ve padişahın emir ve arzusuna mutlak surette bağımlı kullar devletin başına getirilmiştir. Fâtih kendi vekili sıfatıyla vezîriâzamların kudret ve yetkilerini arttırmış, onları mutlak merkeziyetçi hükümetinin tam bir temsilcisi yapmıştır. Molla Gürânî, kazaskerliğinde tayinleri bağımsız olarak yapmaya kalkışınca istifaya zorlanmış, ulemânın tayinleri de vezîriâzama bağlı kalmıştır. Fâtih, doğrudan doğruya şahsına bağlı kapıkulu ordusunu yeniden örgütlemiş ve sayılarını arttırmıştır. Otoritesini sınırlayan yeniçerilerin ve uç beylerinin bağımsız tutumunu kırarak onları doğrudan doğruya kendi emri altına almış, uç beylerini kendi büyük gazi şahsiyetiyle gölgede bırakmış ve güçlü Mihaloğulları’na diğer beyler gibi muamele etmiştir. Pek çok yeniçeriyi atıp yerlerine saraydaki avcı bölüklerinden sekban adıyla yeni yeniçeri bölükleri ihdas etmiş ve bundan sonra yeniçeri ağaları sekbanlardan seçilmeye başlanmıştır. Ayrıca maaşlarını arttırmak, silâhlarını yenilemek, sayılarını iki katına çıkarmak suretiyle bu orduyu merkezî kudretin ve fütuhatın başlıca dayanağı haline getirmiştir. Fâtih devrinde devlet idaresinde ve orduda kul olanların üstün duruma geçtiği anlaşılmaktadır. Fâtih tahta çıkar çıkmaz henüz memede olan kardeşi Ahmed’i boğdurmuş, “Karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek câizdir” hükmünü koyarken de hâkimiyetin bölünmezliğini sağlamayı ve devleti ileride taht iddiacılarının tehlikelerinden kurtarmayı düşünmüştür. Fethettiği yerlerde saltanat iddiasında bulunan eski hânedan üyelerini ortadan kaldırmaya çalışması da burada hatırlanabilir.

İstanbul fâtihi, sınırsız güç sahibi mutlak bir hükümdar olmanın yanı sıra dünya hâkimiyeti fikrini de benimsemişti. Onun bu düşüncesinin kaynağı Türk-Moğol hakanlık, İslâmî hilâfet ve Roma imparatorluk fikriydi. Fâtih Sultan Mehmed’in İtalyan nedimlerine Roma tarihleri okutarak bu geleneği kavramaya çalıştığı da bilinmektedir. Onun bu inancı benimsemesinde etrafındaki Bizanslı ve Batılı yakınları (Georgios Trapezuntios, Kritovoulos, Amiroutzes, Benedetto Dei, Gaetalı Jacopo, Criaco d’Ancona vb.) rol oynamıştır. İstanbul fethinden kısa bir zaman sonra orada bulunan Jacopo Languschi dünyada bir tek imparatorluk, bir tek iman ve bir tek hükümdarlık olmasını iddia eden Fâtih’in bu birliği kurmak için dünyada İstanbul’dan daha lâyık bir yer olmadığı, bu şehir sayesinde hıristiyanları hükmü altına alabileceği düşüncesinde olduğunu belirtir. 1446’da Georgios Trapezuntios Fâtih’e hitaben, “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar imparatorusun. İmparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparatordur ve Roma İmparatorluğu’nun merkezi de İstanbul’dur” diyordu. Papa II. Pius, Fâtih’i hıristiyanlığa davet eden mektubunda (1461-1464 arasında yazılmış ve galiba Fâtih’e gönderilmemiş olan bu mektup Fâtih’in sağlığında 1475’te Treviso’da basılmıştır) Hıristiyanlığı kabul ederse meşrû imparator sıfatıyla dünyanın en kudretli hükümdarı haline geleceğini söylüyor ve kendisine “Grekler’in ve Şark’ın imparatoru” unvanını vereceğini, kuvvetle elde tuttuğu ve haksızlıkla iddia ettiği şeyin hukuken de kendi malı olacağını, bütün hıristiyanların kendisine saygı göstererek ihtilâflarını hal için hakem tanıyacaklarını, birçoklarının kendiliklerinden baş eğeceğini, kendisinin Roma kilisesinin haklarına karşı gelenler aleyhinde onun kuvvetine başvuracağını temin etmekteydi. Fâtih Ortodoks patriğini, Ermeni patriğini ve Yahudi baş hahamını pâyitahtında yerleştiriyor, fethe hazırlandığı dünyayı öğrenmek üzere Amiroutzes’e 860 (1456) yazında dünyanın haritasını yaptırıyordu. Fâtih’te cihan hâkimiyeti fikrine İbn Kemal, “Tedbiri cihangirlik zikrinde idi” diye işaret eder (Tevârîh-i Âl-i Osmân, s. 164). Aslında selefleri gibi Fâtih için de bu iddialar siyasî birer araçtan ibaretti. Fâtih İslâm âleminde de gazânın en büyük mümessili, İslâm memleketlerinin gerçek koruyucusu sıfatını benimsemekte, hareketlerini buna göre meşrûlaştırmaya çalışmaktaydı. İran’da yerleşen Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın Anadolu üzerinde nüfuz ve üstünlük iddialarına karşı da Osmanlı padişahının soyunu Oğuz Han’a çıkaran geleneklere daha çok önem verdiğine dair işaretler vardır. Gazâ ve fütuhat siyasetinin mümessili gibi göründüğü yıllarda Fâtih doğan ilk oğluna büyük dedesi Yıldırım Bayezid’in, üçüncü oğluna İran geleneğinin ünlü hükümdarı Cem’in ve torununa da Oğuz Han’ın adını vermiştir. Denilebilir ki Fâtih’in şahsında Türk, İran, İslâm ve Roma hükümdarlık geleneklerini birleştiren “Osmanlı padişahı” doğmuştur.

Fâtih Sultan Mehmed “Avnî” mahlasıyla şiirler de yazmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed “Avnî” mahlasıyla şiirler de yazmıştır. Çağının şiir dilini ince hayallerle yoğurmayı başarmış, açık ifadeleri ve akıcı üslûbu, henüz sanatlara boğulmamış bir Türk şiirinin güzel örnekleri arasında sayılmıştır. Tasvirlerindeki başarı ve mazmunlarındaki zenginlik ilk anda anlaşılabilecek kadar açık ve yalındır. Arapça-Farsça tamlamalar yerine Türkçe ifadeler kullanmayı tercih etmiştir. Beyitlerine ustalıkla yerleştirdiği zekâ oyunları ve hayaller kadar belli kalıp ve fikirler de onun çağdaşları ile aynı klasik üslûp içinde eser verdiğini gösterir. Aşk, sosyal hayat, tasavvuf ve dinî temayüller, kıssalar, efsaneler ve tarihî hikâyeler şiirlerine yansıyan konulardır. Şiirlerini ihtiva eden yegâne eser İstanbul’da Millet Kütüphanesi’ndedir (Ali Emîrî Efendi, nr. 305), Bir divançe sayılabilecek yirmi iki varak tutarındaki bu küçük eserde yetmiş gazel, bir muhammes ve bir kıta mevcut olup sonunda, “Hattın hadin yüzünü tuttu nitekim ey can” müfredine yirmi dokuz şair tarafından söylenmiş nazîre yer alır. Fâtih’in şiirleri, gittikçe genişleyen hacimlerde koleksiyonlar halinde farklı araştırmacılar tarafından yayımlanmış ve ilmî incelemelere konu olmuştur.

Din felsefesi meselelerine de âşina olan Fâtih Sultan Mehmed’in coğrafya, matematik, astronomi ilimlerine özel bir ilgisi vardı. Çeşitli ilimleri tahsil için uzmanları kendisine hoca tayin ederdi. Bunlar her gün belli saatte gelip ona ders okuturlardı. Hocazâde Muslihuddin, Molla Gürânî, Molla İlyas, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkādir, Hasan Samsunî, Molla Hayreddin hocalarındandır. Başlangıçta Akşemseddin’in de onun üzerinde büyük tesiri olmuştu. Fâtih’in Arapça ve Farsça’ya vâkıf olduğuna şüphe yoktur. İç oğlanlarıyla saray çevresi Rumca ve Slavca’yı öğrenmesine elverişliydi. Fâtih Arabistan ve İran’da devrinin büyük ulemâsını tanır, onları kendi ülkesine getirtmeye çalışırdı. Kendi ülkesindeki ulemânın Acem ve Arap ulemâsı düzeyinde olmamasından dolayı üzüntü duyuyordu. Ancak Hocazâde ile yabancılar karşısında övünürdü. Fetihten sonra İstanbul’da sekiz kiliseyi (bu arada Zeyrek Medresesi) medrese haline getirdi; Ayasofya medresesini açtı. 875’te (1470) kendi camisi etrafında ünlü Semâniye medreselerini yaptırdı. Kendisi medreseleri bizzat teftiş eder, dersleri dinler ve ödül verirdi. Sarayda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi toplantılarda ilmî tartışmalar yaptırırdı. Devrinin en büyük âlimleri Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Bey ve Hocazâde Muslihuddin’dir. O dönemde yetişmiş seçkin ilim ve idare adamlarının çoğu bunların talebeleridir. Fıkıhta Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, kelâmda Hocazâde bütün İslâm âlemince makbul eserler yazmışlardır. Bu devir Osmanlı Türkleri’nde matematikte oldukça parlak bir devirdir. Fâtih, kendi döneminde ilim ve felsefe tarihinin en önemli meseleleri üzerinde âlimleri tartışmaya ve eser vermeye teşvik etmiştir. Seyyid Şerîf el-Cürcânî ile Teftâzânî arasında ulemâyı ikiye ayıran ünlü tartışmayı tazelemiştir. Kendisi din felsefesinde Seyyid Şerîf’e eğilim gösterirdi. Öte yandan İbn Rüşd ile Gazzâlî arasındaki ilâhiyatta büyük tartışmayı Hocazâde ile Ali et-Tûsî’ye inceletmiştir. Çeşitli kaynaklar Fâtih’in felsefeye ilgisini belirtir. Fâtih, Amiroutzes ile felsefî konuşmalar yapardı; “Zira sultan en keskin zekâlı feylesoflardan biridir” (Kritovoulos, s. 177). Amiroutzes, Ali Kuşçu, Georgios Trapezuntios, Hocazâde gibi Doğu’yu ve Batı’yı temsil eden devrin büyük zekâları onun huzurunda birleşiyordu.

Fâtih Batı kültürünü ve hıristiyan dinini de anlamaya çalışmıştır. Patrik Gennadios İ‘tikādnâme’sini onun için yazdığı gibi Georgios Trapezuntios, Hıristiyanlık ve İslâmiyet arasında esaslı fark olmadığı ve bu iki dinin uzlaştırılması suretiyle Fâtih’in bütün milletleri idaresi altında toplayabileceği iddiasında idi. Fâtih’in Batı kültürüyle ilk tanışması şehzadeliğinde Manisa sarayında başlamıştır. 1454’te bir İtalyan hümanisti olan Ciriaco d’Ancona ve başka İtalyanlar onun sarayında bulunmakta ve kendisine Roma ve Batı tarihleri okumakta idiler. 1465’te Milano elçisinin yazdığına göre onun yanında Floransalı, Cenevizli ve Raguzalı danışmanları vardı. Venedik’e karşı savaş ilânından sonra Floransalılar’la yakın ilişkiler kurdu. 1463 Bosna seferinden dönüşünde Galata’da Floransalılar’a şenlik yaptırtmış ve onlardan zengin bir tâcirin evine inerek yemek yemiş, eğlenmişti. Fâtih’in yanında bulunan hümanistlerden Angelo Vadio, G. Stefano, Emiliano’nun adları bilinmektedir (bu sonuncusu Fâtih’e ölümünde bir mersiye de yazmıştır). Francesco Berlinghieri Geographia adlı eserini ve Roberto Valturio De re militari adlı kitabını Fâtih’e ithaf ve takdim etmek istemişlerdir. Fâtih’in 1461’den beri resmini yaptırmak için İtalya’dan ressam istediği bilinmektedir. Nihayet ünlü Venedikli ressam Gentile Bellini gelmiştir (İstanbul’da ikameti Eylül 1479 – Ocak 1481). Bellini aynı zamanda yeni sarayın duvarlarını Rönesans üslûbu fresklerle süslemiştir. Fâtih, Trabzonlu Rum âlimi Amiroutzes ile oğluna Batlamyus’un kitabını Arapça’ya tercüme ettirmiş ve bir dünya haritası yaptırmıştır. Bu arada coğrafî ve askerî konuları özel bir ilgiyle izlerdi. E. Jacobs’a göre Ciriaco, Fâtih ile Eskiçağ’ın âbideleri, edebiyatı ve İtalya’daki hümanistler arasında bağ kurmuştur. Fâtih’in, 862’de (1458) Atina’yı ziyareti sırasında Akropol’ü gezerek Atinalılar’a iltifatta bulunması “Medînetü’l-hükemâ”ya karşı eski İslâmî saygıdan doğmuş olabilir. Fâtih, Iustinianos’un heykelini dikkatle yerinden indirtmiş ve Ciriaco ile G. Dario’ya resmini yaptırmıştır. Fakat Belgrad seferine giderken top dökmek için erittiği “bakır at”ın bu heykel olması mümkündür. Fâtih’in kütüphanesinde Batı kültürüyle ilgili elli eser bugüne intikal etmiş olup kırk ikisi Yunanca’dır. Eserlerden sekizi tarihe, altısı matematik ve astronomiye dairdir. Tarihe ve coğrafyaya ait eserler mevcudun üçte birinden fazladır. İtalya’da İbn Rüşd felsefesinin hâlâ hararetle tartışıldığı bir devirde Fâtih’in Hocazâde ve Ali Kuşçu’ya dönmesi tabiidir. Fâtih devrinde Osmanlı kültürünün Batı kültürü ile serbest bir şekilde temasa geldiği ve sonraki devirde bunun sürdürülmediği de bir gerçektir.

Fâtih Sultan Mehmed’in vefatından sonra iki oğlu Cem ve Bayezid arasındaki çekişme Bayezid’in lehine sonuçlanmış, diğer oğlu Mustafa ise 879’da (1474) kendisinden önce vefat etmiştir. Adı bilinen iki kızı (Ayşe ve Gevherhan) tesbit edilmektedir. Alderson onun on yedi hanımı ve dört kızı olduğunu belirtir. Gevherhan Sultan, Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey ile evlendirilmiştir. Akkoyunlu tahtına geçen Göde Ahmed, Fâtih’in kızından torunudur.

Fatih Sultan Mehmet’in Vasiyeti

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu